turkvidi
askintarihcesi
AŞK; İNSANOĞLUNUN LANETLİ CİNSELLİĞİ MASUMLAŞTIRMA ÇABASI MI?
Dr.Serol TEBER Davranışlarımızın Kökeni adlı yapıtında Mac LEAN'dan aktararak şöyle diyor; "Limbik sistem (Hayvansal beynimiz) şiirden müzikten anlamaz . Burası dış ve iç dünyadan gelen uyarımları alır doğal gereksinmelerimizi değerlendirir. Bunlar, genellikle canlının beslenme, cinsellik ve savunma gibi öz gereksinmelerini içerir. " Bilindiği gibi bunlara içgüdü diyoruz. Yani düşüncemizin veya beklentilerimizin oluşturmadığı, canlı olmamızın ve neslimizi devam ettirebilmemizin olmazsa olmazlarıdır bunlar.
Tüm canlılarda olduğu gibi, insanlarda da, bu üç temel güdü; korunarak, beslenerek ve çoğalarak soyunun devamını sağlamaya yöneliktir. Fakat bunlardan ikisi yani korunma ve beslenme, insanlarda da diğer canlılarda olduğu gibi yaşanmakta iken, diğeri güdü, yani cinsellik tarihin belirli bir diliminden bu yana bir çok yasaklara uğramıştır. Sadece yasadığı cinsel fiiller nedeniyle insanlar toplum dışına itilmiş, horlanmış, taşlanmış hatta ne acıdır ki katledilmiştir.
Montaigne yüzyıllar önce yazdığı Denemeler adlı eserinde söyle diyor " Cinsel eylem kime ne yaptı ki kimse utanmadan söz edemiyor ondan, ciddi ve edepli konuşmalarda yer verilmiyor ona? Hiç sıkılmadan öldürmek, çalmak, aldatmak, diyebiliyoruz da ona geldi mi kısıyoruz sesimizi." Günümüzde de birçok ülkede hala bu saptama geçerlidir ve insanlar hala bu kuşatmanın baskısı altındadır. Cinsellik üzerindeki bu toplumsal lanetin elbetteki bazı nedenleri vardır ve doğurduğu bazı savunma mekanizmaları da olmuştur. Çünkü psikolojide bir kural vardır kişi doğal olarak ortaya koyamadığı düşünce ve davranışlarını masumlaştırma eğilimine girer. Burada ister istemez insanın aklına şu soru takılıyor; Neden bütün büyük aşklar birbirine kavuşamamış insanlar arasında yaşanmış. Bu bir tesadüf mü. Romeo ve Jülyet , Leyla ile Mecnun vs.. acaba bir araya gelselerdi ne olurdu. Gerçekten "Tarla kuşu Jülyet" le anlatılanlar doğrumudur. Aşk denilen duygulanım - yada her neyse- insanlar birlikte olunca tükeniyor mu, doygunluğa mı ulaşıyor. (doygunluğa ulasan ne?). Acaba insanlar cinselliği doğal olarak yaşasalar, ortada doyurulmamış cinsel dürtüler olmasa yine böylesine aşık olurlar mıydı?
Yıllardır Adem ve Havva ile anlatılmaya çalışılan, cinselliğin (Kadın üzerinden-Havva'nın şahsında ) lanetlenmesi mi. Konunun üzerinde düşündükçe bu ve benzer soruları çoğaltmak mümkün.
AŞK NEDİR ?
İnsanoğlu yüzyıllardır bu duygunun peşinde koşmuş durmuş. Nedir aşk? İmparatorlukları yıkan, dağları deldiren bu güç nereden geliyor. Bu denli güçlü ve karşı konulmaz oluşu nasıl açıklanabilir. kimine göre kimyasal bir çekim, kimine göre üreme isteği, canlı neslinin devamını sağlamaya yönelik bir dürtü. Türkçe sözlükte (TDK) şöyle tanımlanıyor:"Güçlü sevgi ve bağlılık duygusu". Aşkı batıda üst sınıfa özgü, ince bir sanat arayışını gerektiren kavram şeklinde değerlendiren anlayışa göre "Aristokratlar aşık olur köylüler ise çiftleşir." Bernard Shaw" Aşık olmak bir kadınla diğeri arasındaki farkı ölçüsüzce abartmak demektir" diyor.
Yüzyıllardır aşk üstüne şiirler yazıldı, şarkılarda türkülerde hep o vardı en güzel filmlerin, romanların konusu aşktı. Son zamanlarda bilimde katıldı bu kervana. O da insanlığı bu denli etkileyen olgunun köklerini araştırıyor ve şöyle diyor; Aşık olanlar genelde duygularını kendinden geçme şeklinde tanımlarlar. Araştırmacılara göre bunun nedeni o sırada vücudu dolduran kimyasal maddelerdir. Göz göze gelmek el ele tutuşmak gibi faktörler beyinden başlayıp sinirleri etkileyip tüm kana yayılacak akımı başlatırlar. Bu maddelerin Dopamine Neuronephrine ve Phenylethylamine'den (PEA) oluşmaları da aşık olan kişinin kendini aşırı sevinçli hissetmesine yol açar. Bu bulgulara katılmamak mümkün değil elbette. Ancak bu tür kimyasal salınımları başlatan ne? Aşk denilen duygulanım mı yoksa cinsel olarak karşıdakini isteme mi? Sorun burada sanırım.
Aşka farklı bir yaklaşımda 1990 yılında İtalya'daki Pisa Üniversitesi'nden psikiyatrist Donatella Marazziti' den geldi. Bu tarihte OKB(Obsessif Kompulsif Bozukluk)'nun biyokimyasal nedenlerini araştırmaya başlayan Marazziti, bütün bu etkileşimden serotonin isimli nörotransmitter'ın sorumlu olduğunu düşündü. Serotoninin beyin üzerinde teskin edici bir etkisi vardır. Serotonin az olduğu zaman saldırganlık, depresyon ve kuşkuculuk halleri artar. Böylece Marazziti OKB hastalarındaki serotonin düzeyini ölçmekle işe başladı. Bu sorunun yanıtını bulmaya çalışan Marazziti ve ekibi âşık denek peşine düştü. Pisa Üniversitesi'ndeki ilan tahtasına bir duyuru asarak, son 6 aydır aşık olan ve her gün en az dört saat âşık olduğu kişiyi düşünen ancak sevdiği ile cinsel ilişki kurmamış öğrencilere ihtiyaçları olduğunu belirttiler. Amaçları, aşkları zaman ve cinsel tatmin yolu ile erozyona uğramamış Romeo&Julyet'ler bulmaktı. Ortalama yaşı 24 olan 17 kadın ve 3 erkek başvurdu. Bilim adamları bunların dışında, 2 grup daha kurdu. Bunlardan biri 20 OKB hastasından oluşuyordu; diğeri ise hem ruh sağlığı yerinde hem de aşktan uzak
Burada sanırım gözden kaçırılmaması gereken önemli nokta deneklerin son 6 aydır aşık olan ve her gün en az dört saat âşık olduğu kişiyi düşünen ancak sevdiği ile cinsel ilişki kurmamış öğrencilerden oluşmasıdır.
AŞKIN TARİHÇESİ
Aşk üzerine yazılmış çok sayıda eser bulunmasına karşın, aşkın ne zamandan beri var olduğu, ilk olarak ne zaman ve nerede yaşandığı konusunda kesin bir tarihe hiçbir yayında rastlanmıyor. Lewıs Henry MORGAN Syndyasmian aile biçiminden söz ederken Erkek, uygar toplumlarda olduğu gibi, yakınlık duyduğu, asık olduğu kadını aramıyordu; aşk, o zamanın insanının erişebildiği düzeyden daha üst düzeylere gelindiğinde erişilebilecek bir duyguydu ve bu donemin insanının bildiği bir şey değildi. Evlenme, bu nedenle, duyguya değil, gerekirliklere ve ihtiyaçlara dayanıyordu diyor.
İlk çağlarda bazı yayınlarda aşktan söz edilse de burada söz konusu olan cinsel içgüdülerle karşı cinse duyulan arzudur. Helen elitinin büyük bir kısmı aşkın en soylu biçimini bir yetişkin ile 15 -18 yaşlarındaki bir yeniyetme arasındaki tutkulu ilişkiye yakıştırır. Kur yapma yoluyla aşk, onbirinci yüzyılda doğmuş ve çağın troubadour(Gezici saz şairi) şiirinde biçimlenmişti. Bugün anladığımız anlamdaki aşkın ortaya çıkışı konusunda verilebilen tek tarih sadece bu. Görünen o ki aşk insanlık tarihinin belirli bir diliminden sonra ortaya çıkmıştır. Askın ortaya cıkısını temel nedenlerini daha iyi anlayabilmek icin cinselligin tarihsel surecine de kısaca bir goz atmakta sanırım yarar var.
CİNSELLİĞİN TARİHÇESİ
Mülkiyet kavramının ortaya çıkmasından ve tek tanrılı dinlerden önce hemen tüm topluluklarda cinsellik dini ayinlerin bir parçasıdır. Yeni Gine'nin, Polinezya'nın, Endonezya'nın, Afrike ve Güney Amerika'nın dinsel sanatı, Hindistan ve japon tapınakları kadar müstehcendir. Kültürün ilk aşamalarında, ilkel avcı kabilelerinden bizim uygarlığımızın doğduğu tarımsal toplumlara kadar, hemen her dinsel tören, müstehcen dans ve şarkıları, gerçek yada sembolik cinsel birleşmeyi ve hatta fahişeliği(?) kapsamaktadır. Dinsel sembolizmin ve törenlerin şehevi niteliği, kültürün yüksek düzeylerinde sınırlandırılma eğilimindeyse de, aynı nitelik, bunlardan hemen önceki aşamalarda en yaygın biçiminde yer almıştır. Kısacası cinsellik, insanlık tarihinin ilk dönemlerinde, hatta yakın zamana kadar, bırakın günlük yaşamı, dinsel ayinlerin dahi önemli bir parçasıdır. Ancak insanlık tarihinin ilk donemlerinde gayet dogal yasanan cinsellik, belirli bir surecten sonra sartlara baglanmıs ve iki insanin yasadigi bir eylem olmaktan cikmis toplumsal bir davranisa donusmustur.
AŞK NEDEN LANETLENDİ ?
Evlilikten önceki yaşamda cinselliğin neden lanetlendiği sorusuna en güzel yanıt BARASCH'ın Moskova'da yaptığı bir araştırmada cevabını bulmaktadır. İlk cinsel ilişkilerini 21 yaşından sonra kuranların yalnızca % 17,2 si eşlerine bağlı kalmamışlardır. Bu oran ilk cinsel ilişkilerini 17 - 21 yaş arasında yaşayanlarda % 47,6 dır. Cinsel yaşamları 17 yaşından önce başlayanların ise % 61,6 sı eşlerine bağlı kalmamışlardır.
Görüldüğü gibi ilk cinsel ilişkiye başlamakla eşine sadık kalma ve dolayısı ile evliliğin devamı "kutsal kurumun" korunması arasında anlamlı bir bağ vardır. Tabiki üretkenliğinin dorukta olduğu bir dönemde yıllarca tadamadığı böylesine keyifli bir fiili kendisine ilk sunan insana minnet duymamak ona sadık kalmamak nankörlük olur.
Burada önemli bir noktada şudur; günümüz toplumlarında cinsel yasak kadın üzerinden çalışmaktadır. Çünkü canlının doğasında var olan, üremesi ve neslinin devamını sağlaması için en büyük silahı iki cins için de yasak olsaydı, doğal dürtülere direnemez ve bugün çoktan tarihe gömülmüş olurdu. Oysa günümüz toplumları buna önlem olarak erkeklerin önüne iki tip kadın sunmaktadır. Birisi erkeğin evleneceği ve mülküyetinin devamı için ona varisler doğuracak olan "temiz" ve "namuslu" kadın. Diğeri ise erkeğin bu kadınlara karşı ( evlenmeden önce, hatta evlendikten sonra) cinsel saldırganlıklarını engellemek için hiçbir bağ olmadan ( sevgi, aşk, evlilik gibi) rahatlıkla para vs. karşılığında cinsel dürtülerini boşaltan paratoner kadınlar günümüz insanının deyimi ile "fahişeler".
Mülkiyetin ortaya çıkışı ve aile kurumunun bugünküne benzer olarak kurumlaşmasının ardından, ailenin ve mülkiyetin devamından çıkarı olan çevreler tarafından cinsellik lanetlenerek insanların en doğal gereksinimi aile kurumuna endekslenmiştir. Evlilik dışı tüm cinsel yaşam yasaklanarak insanlar evliliğe zorlanmışlardır.Çünkü mülkiyetin nesilden nesile aktarımı bu kurumla güvence altına alınmıştır.
AŞKIN GELECEĞİ
Günümüzde cinsel yaşamın erken yaşlarda ve hiçbir engel olmadan doğal olarak yaşandığı çağdaş batı toplumlarına baktığımızda boşanma oranları artmakta, evlilik yerini büyük oranda birlikte yaşama gibi yeni modellere bırakmaktadır. Bugün Almanya'da her üç kişiden birisi yalnız yaşıyor. Evlenmeyip çocuk sahibi olan ve çocuğunu tek başına büyütenlerin sayısı 1,8 milyonu aşıyor. Münih ve batı Berlin'de yaşayanların yarısı tek başına oturuyor. Frankfurt'un Westand semtinde bu oran % 80'e çıkıyor.
SONUÇ
Sonuç olarak; gelişmiş batı toplumlarında aşk ve aile kavramlarının birlikte erozyona uğradığı görülmektedir. Görünen o ki insanların istediği insanla beraber olabilmesinin önündeki engeller kalktıkça artık eskisi gibi büyük aşklar yaşanmıyor. Aşk tarihsel sürecini doldurmuş ve yok olma sürecine girmiş gibi görünüyor. Çünkü ortaya çıkısını zorlayan koşullar, yani cinsellik üzerindeki toplumsal baskı kalkmaya başladıkça karsı cins artık, özlenen değil zaten birlikte olunan bir öğe olmaktadır. Bunların ışığında insan su soruyu sormadan edemiyor:
Yoksa aşk insanoğlunun lanetli cinselliği masumlaştırma çabası mı?
MUTLU AŞK YOKTUR
İnsan her şeyi elinde tutamaz hiç bir zaman
Ne gücünü ne güçsüzlüğünü ne de yüreğini
Ve açtım derken kollarını bir haç olur gölgesi
Ve sarıldım derken mutluluğuna parçalar o şeyi
Hayatı garip ve acı dolu bir ayrılıktır her an
Mutlu aşk yoktur
Hayatı Bu silahsız askerlere benzer
Bir başka kader için giyinip kuşanan
Ne yarar var onlara sabah erken kalkmaktan
Onlar ki akşamları aylak kararsız insan
Söyle bunları
Hayatım
Ve bunca gözyaşı yeter
Mutlu aşk yoktur
Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim
İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi
Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri
Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri
Ve hemen can verdiler iri gözlerin için
Mutlu aşk yoktur
Vakit çok geç artık hayatı öğrenmeye
Yüreklerimiz birlikte ağlasın sabaha dek
En küçük şarkı için nice mutsuzluk gerek
Bir ürperişi nice pişmanlıkla ödemek
Nice hıçkırık gerek bir gitar ezgisine
Mutlu aşk yoktur
Bir tek aşk yoktur acıya garketmesin
Bir tek aşk yoktur kalpte açmasın yara
Bir tek aşk yoktur iz bırakmasın insanda
Ve senden daha fazla değil vatan aşkı da
Bir tek aşk yok yaşayan gözyaşı dökmeksizin
Mutlu aşk yoktur ama
Böyledir ikimizin aşkı da
Louis ARAGON
BENZER YAZILAR